AHMET KABİL (Rize) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Millî Eğitim Bakanlığımızın ve Kültür Bakanlığımızın 2002 yılı bütçeleriyle ilgili şahsi görüşlerimi Yüce Meclise arz etmek için söz almış bulunuyorum; hepinizi ve dinleyen herkesi saygıyla selamlıyorum.
Sayın milletvekilleri, önce, Kültür Bakanlığıyla ilgili görüşlerimi çok kısa arz etmek istiyorum. Kültür Bakanımız Sayın İstemihan Talay’ın, Türk kültürünün araştırılması, korunması, kültür tesislerinin yaygınlaştırılmasındaki başarısı ve her türlü kültür etkinlikleriyle ilgili Türkiye’de ve Türkiye dışında yaptığı çalışmalar, bir siyasetçinin neler yapabileceğine örnek olabilecek faaliyetlerdir.

Plan ve Bütçe Komisyonunda, Kültür Bakanlığıyla ilgili muhalefet ve iktidar partilerinden konuşan bütün milletvekillerinin övgü dolu değerlendirmeleri, Sayın Bakanı en iyi tanımlayan ifadeler olmuştur. Bu başarıyı hak etmenin, ne kadar zor ve ayrı bir özellik gerektirdiğinin bilinciyle, Sayın Bakanı ve çalışma arkadaşlarını kutluyorum.

Sayın milletvekilleri, eğitim, bilgi ve iletişim teknolojisinin hızla geliştiği çağımızda, ülkenin kalkınmasına katkı sağlayabilecek bilgili, araştıran, kendine güvenen gençleri yetiştiren bir süreçtir. Ülkeler arasında var olma yarışı, gerçekte, eğitimdeki yarışta başlar.

Türkiye Cumhuriyetinin ilanından sonra başlayan eğitimde yenilenme ve çağdaşlaşma çabaları, süreklilik içerisinde büyük aşamalar sağlamıştır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde çok sınırlı olan ilk, orta ve yüksek eğitim kurumları, bugün, Batı standartlarına yaklaşmakla beraber, ülkemizde genç nüfusun hızlı artışı, eğitim ihtiyaçlarının hedeflenen düzeyde, zamanında ve eksiksiz karşılanmasını zorlaştırmaktadır.

Yapılan araştırmalara göre, ortaöğretimde 5 yıl içerisinde 1 800 000 öğrenci kapasiteli ek tesis yapılması kaçınılmazdır. Bu da 2001 yılı birim fiyatlarıyla 4,5 katrilyon demektir; ancak, Millî Eğitim Bakanlığına 2002 bütçesinden ayırdığımız 7 katrilyon 460 trilyon liranın sadece 993 trilyonu yatırımlara ayrılmıştır.

Günümüzdeki her türlü ekonomik zorluğa rağmen, Millî Eğitim Bakanı Sayın Bostancıoğlu’nu ve çalışma arkadaşlarını, eğitimin her kademesinde bugüne kadar yaptıkları yeniden yapılanma çalışmaları nedeniyle kutluyorum.

Millî Eğitim Bakanlığımızın, sekiz yıllık zorunlu eğitimden sonra, zorunlu eğitimi oniki yıla çıkarma çalışmalarını destekliyoruz.

İlk ve ortaöğretime, okul ve derslik yaptırmak suretiyle büyük destek veren hayırsever iş adamlarımıza, eğitime verdikleri katkı dolayısıyla, bu kürsüden şükranlarımı sunuyorum.

Yükseköğretimde ise; yükseköğretimin yarı kamusal bir hizmet olduğunu düşünürsek, parası olan öğrenci para vermeli, parası olmayan öğrencinin, devlet, yurt, burs, kredi ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Bu nedenle, öğrenci katkı payları günün şartlarına göre artırılmalıdır.

Üniversitelerimizde araştırma fonları, bütçe bürokrasisi içine sokularak verimsiz hale getirilmiştir. Bu fonlar yeniden oluşturulmalı, döner sermaye sistemi yeniden düzenlenmelidir; yani, kaynak artırıcı önlemler alınmalıdır.

Üniversitelerimiz, iş dünyası ve sanayi kesimiyle ilişkilerini geliştirmeli, yatırım, fizibilite raporları ve her türlü araştırma ile toplumsal gelişme ve ulusal kalkınmaya katkıda bulunmalıdırlar.

İki yıl sonra yükseköğretime başvuracak aday sayısının 2 milyonu aşacağı, Yüksek Öğretim Kurumu Başkanınca Plan ve Bütçe Komisyonunda açıklanmıştır. 2001 yılında üniversitelere girebilmek için sınava giren öğrenci sayısı 1 420 000’dir. Bunlardan örgün eğitimde üniversiteye girebilen öğrenci sayısı 282 000, açık öğretimi de katarsak
455 000’dir.

Türkiye’de okuma imkânı bulamadıklar için yurt dışında ve birçoğu nasıl bir eğitim verdiği belli olmayan üniversitelerde okuyan öğrenci sayısı ise 35-40 000 civarındadır. Buna rağmen her yıl yaklaşık 1 milyon öğrenci, istedikleri halde, üniversitelerde okuma imkânı bulamıyorlar.

Gelişmiş ülkelerde yükseköğretimde okullaşma oranı, yüzde 45’le yüzde 75 arasındadır; biz de ise açık öğretimle birlikte yüzde 32’dir. Bugün örgün eğitim oranı ise yüzde 18’dir; kalkınmış ülkelerle yarışmak için bu oranın en az ikiye katlanması kaçınılmazdır.

Bu neticeler eğitimde, kaliteden taviz vermeden yükseköğretim kurumlarının kısa zamanda çoğaltılması gerektiğini bir defa daha ortaya koymuştur.

Aralarında Rize’nin de bulunduğu birçok il, açılacak üniversitenin fakültelerini ve bütün altyapısını hazırlamış, kanunun çıkmasını bekliyor. Bugün Sayın Millî Eğitim Bakanımızdan müjdeli bir haber bekliyoruz, bütün Türkiye bekliyor.

Anadolu’da açılacak üniversitelerle, bölgeler arasındaki sosyal ve kültürel farklılıklar ortadan kalkacak, ekonomik yönden de beraber kalkınmayı sağlamış olacağız.

Üniversitelerimizin bugünkü yapısı içerisinde, öğretim üyesi başına 32 öğrenci düşmektedir. Bu, gelişmiş ülkelerdeki standardın 2 katıdır; bu ortalama korunsa bile, hâlâ, 30 000 öğretim elemanına ihtiyaç vardır.

Bugün profesörlerimizin yüzde 58’i büyük şehirlerdeki 6 üniversitededir. Sayın hocalarımızdan Anadolu’ya gidenlere farklı imkânlar sağlanmalı, bütün hocalarımızın ekonomik yönden rahat bir yaşantı sürdürmelerine ve ilmî araştırmalar yapmalarına yetecek ücret ve imkân verilmelidir.

Hocalarımızın emeklilik yaşı 67’den 70’e çıkarılmalı, hatta, sağlığı yerinde olanların, sözleşmeli olarak 70’den sonra da çalıştırılması sağlanmalıdır.

Kaliteli eğitim görmüş kabiliyetli gençlerimizi, üniversitelerimizde eğitim elemanı olarak yetiştirmeye daha çok önem vermeliyiz. Öğretim elemanına bu kadar ihtiyacımızın olduğu bir dönemde, bazı üniversite rektörleri, üniversite bilimsel özerkliğini şahsî özerkliği gibi yorumlayarak, bazı ulusal müşterek değerlerimizin arkasına sığınarak ve bu değerleri âdeta istismar ederek, üniversite içerisindeki hocalarımıza karşı gereksiz ve mantıksız suçlamalar sergilemekte, şahsî kaprisleri uğruna, birikimli, başarılı ve deneyimli birçok profesörlerimizin üniversitelerden uzaklaşmalarına neden olmaktadır.

Bu kürsüden bir defa daha söylüyorum ki, Atatürkçülük, laiklik, dindarlık, milliyetçilik hiç kimsenin tekelinde değildir. Bu ulusal müşterek değerlerimizi kimseye istismar ettirmeyiz.

Hatta, yönetmelikleri, kendi görüşlerince, kişilere göre farklı ve keyfî uygulayarak, bu zor şartlarda üniversiteye girmiş, yıllarca okumuş öğrencilerden, her yıl yüzlerce öğrencinin üniversiteden uzaklaştırıldığını görmekteyiz.

Türkiye Büyük Millet Meclisince çıkarılan, öğrencilere yeniden sınav hakkı veren kanunu bile uygulamayan özerk anlayışlı rektörlerimizin olduğunu üzülerek gördüm. Bu kadar keyfî bir yönetim hiçbir demokratik ülkede görülmemiştir. Batı ülkelerinde, üniversite özerkliğinin, çok daha geniş boyutu ile kullanılmasına rağmen, özlük hakkı ihlallerine bu kadar rastlanmamaktadır. Bu, rektörlük değil, kuralsızlık, kanunsuzluk, hatta krallık olur.

Yükseköğretimin gelişmesinde büyük katkıları olduğuna inandığım vakıf üniversitelerimizin sayısı toplam 24 olmasına rağmen, üniversitelere yerleştirilen öğrenciler içindeki payı sadece yüzde 7’dir. O halde, bu tabloya göre, eğitimin kalitesinden taviz vermeden, yeni vakıf üniversitelerini destekleyip, teşvik etmeliyiz.

Sayın Millî Eğitim Bakanımızın, öğretmen yetiştiren fakülte programlarının yeniden belirlenmesi, İngilizce öğretmeni yetiştirmek için yeni eğitim proje çalışmalarının başlatılması, meslekî ve teknik eğitimi teşvik etme, geliştirme çalışmalarını takdirle karşılıyor ve kendilerini kutluyorum.

Sözlerime son verirken, Kültür Bakanlığımız ve Millî Eğitim Bakanlığımızın 2002 yılı bütçelerinin, milletimize ve ilgili bakanlıklarımıza hayırlı olmasını diler; değerli milletvekili arkadaşlarımın ve Yüce Milletimizin Mübarek Kadir Gecesini ve Ramazan Bayramını kutlar; 2002 yılının, ülkemize ve milletimize hayırlar getirmesi temennisiyle, Yüce Meclise saygılar sunarım. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkürler Sayın Kabil.