Dönem:19
Birleşim: 136
Tarih:07-TEMMUZ-1995
ANAP GRUBU ADINA AHMET KABİL (Rize) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; bugün bu Yüce Mecliste gündeme gelen ve Millî Eğitim Komisyonunda görüşülmeden, Millî Eğitim Komisyonunda, içerisinde Rizede bulunan üniversite kurulmasına dair talepler beklerken, bugüne kadar uygulamaların tam tersine; bir Çorum Üniversitesine ilaveten, hiçbir devlet kriterine dayanmadan, adil sıralama yapılmadan, Plan ve Bütçe Komisyonu raporuyla açılmak istenen yeni üniversiteler ve gündeme alınmak istenmeyen üniversite talepleri hakkında, Grubum adına görüşlerimizi Yüce Meclise arz etmek üzere söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, yükseköğretimde günden güne artan talebin boyutlarını biliyoruz. Bunun çarelerini hep beraber arayıp, içerisinde bulunduğumuz bilgi çağına ayak uydurmalıyız. Biz, üniversite açmayalım demiyoruz. Biz, hazırlık yaparak, 1983-1991 yılları arasında 10 üniversite açtık; ama, gereğini yaparak, altyapısını, hocasını, kadrosunu vererek bu üniversiteleri açtık. En azından, üniversite açtıktan sonra gereğini yerine getirmeliyiz.
Günümüzde toplumlar hızlı bir değişim içerisindedir. Teknolojideki gelişmeler, çağımızı, bilgi ve iletişim çağı haline getirmiştir. Çağımızın, artık, iyilerle, en iyilerin yarıştığı bilgi çağı olduğunu da unutmamalıyız. Eğitimde günlük, popülist politikalar yerine, ileriye dönük, üretime açık, verimli, planlı ciddî politikalar esas alınmalıdır. Esas olan, insan gücünü nitelikli olarak yetiştirmektir. Bu nedenle, fertleri, doğuştan getirdikleri istidat ve kabiliyetlerine göre, toplumun ihtiyaçlarına uygun şekilde, millî ve manevî değerlerimize bağlı, çağdaş ve teknolojik gelişmelere dinamik olarak uyabilen, kendini yöneten ve yenileyebilen kişiler olarak yetiştirmeliyiz. Sosyal, ekonomik, bölgesel ve yerel farklılıkları giderebilmek, herkese imkân ve fırsat eşitliği sağlayarak, ihtiyaç duyulan alanlarda kaliteli eleman yetiştirmek esas alınmalıdır; bilgi çağını yakalamanın gereği budur.
Üniversitelerimizi, bilgi ve yüksek teknoloji çağının gerektirdiği yüksek standart ve niteliğe kavuşturmayı hedef almalıyız. Eğitimde, devlet sorumluluğunun sınırlandırılması, toplum sorumluluğunun artırılması esas alınmalıdır. Özellikle, yükseköğretim alanında, devlet denetimi ve gözetiminde, rekabete açık, daha kaliteli üniversitelerin, hatta, vakıf ve özel üniversitelerin açılması teşvik edilmelidir; ancak, kaliteden hiçbir zaman fedakârlık edilmemelidir.
Son yıllarda, günlük politikalarla, hem kendimizi kandırıyor hem de gençlerimize yazık ediyoruz. Hiçbir hazırlık yapmadan, öğretim elemanı yetiştirmeden, altyapısı, laboratuvarları, kütüphanesi, kadrosu, binası olmadan “ben de seçim bölgeme üniversite veriyorum, benim de vilayetimde üniversite olsun” diye üniversite kurulmaz; bu, üniversite değil, kurs olur. Bugün, “bir mühür, bir müdür” misali, “bir tabela, bir rektör” atamakla üniversite açılmaktadır. Böyle üniversite açmaktansa, hiç açmamak daha iyidir.
1992’den önce açılan, oturmuş eski üniversitelerin himayesinde, onların hocaları, onların imkânlarıyla belli bir süre eğitim yapmaları sağlanarak yeni üniversiteler oluşturulmalıdır. Örnek: Karadeniz Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesinin himayesinde kurulmuştur ve bugün, en iyi üniversitelerimizden biridir.
1991-1992 öğretim yılında 29 olan üniversite sayımız, 1992-1993 öğretim yılında yüzde 100 artışla 57’ye ulaşmıştır. 1991-1992 öğretim yılında yükseköğretimdeki toplam öğrenci sayısı 715 bin iken, 1994-1995 öğretim yılında 1 milyon 337 bin olmuştur; yani, üniversite sayısı, öğrenci kontenjanı, toplam öğrenci sayısı yüzde 100 artarken, 1991-1992 öğretim yılında 35 132 olan öğretim elemanı sayısı, 1994-1995 öğretim yılında ancak yüzde 27 artışla 49 195’e ulaşabilmiştir. 1992 yılında kurulması kararlaştırılan 61 fakülte ile 99 yüksekokul hâlâ açılamamıştır; çünkü, para yoktur.
Görüldüğü gibi, yükseköğretim kurumları ve öğrenci kontenjanlarındaki önemli artışlara rağmen, öğretim elemanlarının sayısında sadece yüzde 24’lük bir artış sağlanması, Hükümetin, yükseköğretime nasıl baktığını ortaya koymaktadır. Halbuki, üniversite demek, hoca demek, imkân demek, mekân demektir. Bizde bu ikisi de yoktur; olması için gayret de yoktur…
Bu tabloyla, 18-21 yaş grubundaki gençlerimizde yüzde 12,2 olan okullaşma oranında, açık öğretim dahil, ancak yüzde 26,1 oranını yakalayabildik; bununla, kendimizi kandırıyoruz.
1995 malî yılında, Millî Eğitim Bakanlığının bütçesi 136 trilyon lira, yükseköğretime ayrılan pay sadece 45 trilyon liradır. Bundan eğitime direkt aktarılan miktar, 9 trilyon liradır. Bu anlayışla mı üniversite açıyoruz; kimi kandırıyoruz?..
1995 yılında, enflasyon, yüzde 160 olmasına rağmen, yeni 28 üniversite gelişme beklerken, 1994 yılına göre toplam ödenek, ancak yüzde 45 artmıştır. Üniversitelerimiz, 1993 yılında dahi, gayri safî millî hâsılanın yüzde 1,36’sı, bütçe payının yüzde 4,8’ini almışken; bu oran, 1994 yılında, gayri safî millî hâsılanın yüzde 1’ine, bütçe payının yüzde 3,4’üne inmiştir. Eğer, gerekli önem verilmiş olsaydı, 1994 yılında, bu rakamlar, en az dörde katlamalıydı.
Ayrıca, iktidarı devrettiğimiz 1991 yılında, Millî Eğitim Bakanlığının konsolide bütçeden aldığı pay -fonlar dahil- yüzde 21,6’dır. Bu oran, 1993 yılına kadar devam etmiş; 1995 yılında, yeni üniversitelerin gelişme döneminde artması gerekirken, yüzde 5,5 azalarak, yüzde 16’ya inmiştir.
Öğretim üyesi yetiştirmede de bu vurdumduymazlık aynen devam ediyor. 1994 yılında, yurtdışına gönderilen öğretim üyesi sayısı 1 200 olmuş. 1995 yılında, Millî Eğitim Bakanlığımızın ve yükseköğretim kurumlarının yurtdışına göndereceği öğrenci sayısı toplam 2 000 olarak düşünülmüş; ancak, gerçekleşmemiştir. Hatta, Millî Eğitim Komisyonundan geçmiş bulunan bu husustaki kanun teklifi, 1993 yılından beri, Türkiye Büyük Millet Meclisi gündeminde beklemektedir.
1992-1993 yılında açılan 28 üniversitenin daha altyapısı yapılmamış; halen ne kadroları verilmiş ne de verilen fakültelerin tamamı açılmıştır. İlgili kurumların yaptıkları hesaba göre, bu tutumla, yeni açılan üniversitelerimizin, ancak 2020 yılında eski üniversitelerimizin seviyesine ulaşabileceği; bunun için de, 2000 yılına kadar, 1994 yılı fiyatlarıyla 350 trilyona, bugünkü fiyatlarla 800 trilyona ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştır. Açılması istenen üniversiteler, bu rakamın dışındadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Millî Eğitim Komisyonuna, gelen Çorum üniversitesiyle ilgili teklifi altyapısının, fakültelerinin hazır olduğu gerekçesiyle Millî Eğitim Komisyonundan geçip, 20.6.1994 tarihinde Plan ve Bütçe Komisyonuna gönderilmiş, orada, 1 üniversiteye 13 üniversite daha ilave edilmiştir.
Bugüne kadar görülmeyen bir teamülle, ihtisas komisyonu olan Millî Eğitim Komisyonunda, Rize üniversitesi talebi, Ordu üniversitesi talebi, Giresun üniversitesi talebi ve diğer üniversite talepleri beklerken, Plan ve Bütçe Komisyonu bir sorumsuzluk örneği vererek, yarısı yırtık pusulalarla, önerge bile yazmadan, siyasî maksatla, bu teklife 13 yeni üniversite daha ilave etmiştir. Üniversite açmak, Plan ve Bütçe Komisyonunun işi değildir. Öyleyse, Millî Eğitim Komisyonu ne işe yarar? Bu komisyona gerek var mıdır?! Bu olay, devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan, yükseköğretim için kötü bir başlangıç ve örneği olmayan bir skandaldır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Millî Eğitim Komisyonu, bir ihtisas komisyonudur. Bugüne kadar bütün üniversiteler bu komisyonda görüşülürken bu üniversiteler niçin bu komisyondan kaçırılmıştır?.. Millî Eğitim Komisyonunda bekleyen talepler, niçin, bugün, burada değerlendirilmiyor?.. Verilen önergelerin, sabahleyin, değerlendirileceğini söylediler, sonra da Sayın Başbakan karşı çıktı, önerge kabul edilmeyecek diye haber geldi. Böyle olursa, büyük bir haksızlık daha yapılmış olacaktır. Haydi, Rize’ye ceza vermek istiyorsunuz, öteki illerin günahı nedir?.. Millî Eğitim Komisyonunda değerlendirilmeden verilen üniversiteler, naylon üniversiteler olur. İşin esası ve doğrusu, bu teklifi geri çekip, Millî Eğitim Komisyonunda bekleyen üniversite talepleriyle birlikte, devlet kriterleri kullanılarak, bu adil bir sıralamaya göre yeniden değerlendirilmeli veya Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilen önergelerle kurulması talep edilen üniversitelerin de, bu 14 üniversiteyle birlikte, bugün, buradan çıkması gerekmektedir. Doğrusu budur, devlete yakışan da budur.
Bugün yapıldığı gibi, hiçbir hazırlık yapılmadan, parasız, programsız, siyasî maksatlı ve hiçbir sıra gözetmeksizin üniversite açıp, nasıl olursa olsun herkesin eline bir diploma verelim düşüncesi, yanlıştır. Artık kabul etmeliyiz ki, diploması işe yaramayan bir üniversiteyi bitirmek yerine, işe yarar bir sertifika sahibi olmak daha iyidir.
Biz, üniversite açmayalım demiyoruz; ama, planlı, programlı, altyapısı, araç ve gereçleri tamamlanmış, öğretim üyesi ve personel kadrosu hazır olan ve devletin adil kriterleri kullanılarak, devlete yakışan bir sıralamayla üniversite açalım diyoruz.
Türkiye’de ilk defa, bizim iktidarımız zamanında, 5 Temmuz 1991’de “Yükseköğretim Gelişme Planı (1992 ve 2012)” diye bir plan hazırlanmıştı. Her üniversitenin kriterleri belirlenerek, çok ciddî bir çalışma neticesinde hazırlanan böyle bir programla üniversite açılır. Bu gelişme planı, bütün kriterler belirlenmiş olarak hazırlanmıştır. Örneğin, Kars üniversitesi 155 inci sayfada -kendi ölçülerine göre- Sinop üniversitesi 168 inci sayfada, Rize üniversitesi 166 ncı sayfada, Yozgat üniversitesi 172 nci sayfadadır. Ayrıca, bu raporda, şu anda görüşülen 14 üniversitenin hepsi var; ama, bir program dahilinde var, ciddiyete yakışır şekilde var. Bu üniversitelerin hepsinin açılacağı yerler, gerekli yatırım miktarları, hangi yıl ne kadar öğretim üyesi yetiştirileceği planlanmıştır. İşte, üniversite böyle açılır, devlete yakışan budur.
Demin de arz ettiğim gibi, bugün, elimizde olan teklife, yani, bir Çorum üniversitesine DYP Grubu içindeki etkin kişilerin üniversiteleri, Bilecik, Bingöl, Sinop üniversiteleri ilave edilmişken, Rize üniversitesi 1992’den beri bekliyor, Ordu bekliyor, Giresun bekliyor, Gümüşhane bekliyor. Ben, bu kriterlerin Bingöl kriteriyle karşılaştırılmasını rica ediyor; bunu Yüce Meclisin vicdanına bırakıyorum.
Başında “millî” kelimesi olan bir kurumda bu kadar adaletsizlik, bu kadar haksızlık olmaz. Bunun için, Yüce Meclise diyorum ki, önergeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilmiş olan Rize üniversitesinin, Ordu, Artvin, Karabük, Bartın, Adıyaman, Mardin, Kırklareli, Aksaray, Amasya, Gümüşhane, Giresun, Buca, Karaman ve Bayburt üniversitelerinin de bu 14 üniversiteyle birlikte değerlendirilmesi gerekir. (Alkışlar) Yoksa, bugün, burada, belli kişilere üniversite açmış oluruz. O kişiler, illerinde “gördün mü, ben, ilime üniversite getirdim” diyeceklerdir; ama, adaletli bir iş yapmamış oluruz.
Bugün, Türkiye’de 18-22 yaş arasında 5 milyon 200 bin gencimiz var. Bunlar, iyi bir tahsil yapma imkânı beklerken, Sayın Başbakan, iki yıl önce, çıkıp “bir dahaki yıl üniversite imtihanı olmayacak, herkes üniversiteye girecek” diyebilmişti; ancak, 1995-1996 ders yılında, mevcut 57 üniversitemiz için, toplam olarak 1 milyon 337 bin öğrenci sınava girdi. Birinci basamak sınavını 894 bin aday kazandı. İkinci basamak sınavı sonunda, dört yıllık lisans bölümünde 128 bin, iki yıllık önlisans bölümünde 68 bin olmak üzere, örgün eğitim yapabilecek öğrenci sayısı sadece 206 bindir. Bu açığı, biz, sadece tabela asmakla, rektör atamakla kapayamayız. Açıköğretimde 584 bin olmak üzere, toplam 793 bin öğrenci okuma imkânı bulabilecek.
Hani imtihansız öğrenci alınacaktı?.. İmtihansız öğrenci alma vaadini ve kreş açar gibi, para verilmeden, kadro verilmeden, imkân verilmeden üniversite açma icraatını, dünyada sadece bizim Başbakanımız yapabilir; çünkü, her konuda, ilgililerin o anda hoşuna gidecek vaatleri düşünmeden verebilen dünyada tek Başbakandır.
Rusya seyahatinde, Rusların hoşuna gitsin diye, içerisinde Bosna-Hersek, Azerbaycan, Çeçenistan vahşeti olan dünyaya Yeltsin’le aynı pencereden baktığını söylemedi mi?!.
Fransa’da bir dergide “bizim soyumuz belli değil, Rumlara karışmışız” demedi mi?!.
Tarih boyunca Türklüğüyle övünen bir milletin Başbakanı olarak, hiç kimsenin rahatsız olmayacağı bir kimlik arayışı gafletine, bu Başbakan düşmedi mi?!.
İsrail’de, “Tevrat’ta vaat edilen arzı mev’üd, gerçekleşecek; yani, Tevrat’ta size vaat edilen -Türkiye toprağının büyük bir kısmını da kapsayan- Nil ve Fırat Nehirleri arasındaki topraklar sizin olacak” demedi mi?!.
Bu Başbakanın eşi “birinci hayatımda Rus çarı oldum” dememiş miydi?!.
Tamamen yanlış yönetim ve uygulamadan dolayı sorunları bulunan kredili sistemi, Millî Eğitim Şûrasının yetkilerini kullanarak kaldıran bu Başbakan değil midir?!.
Aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olan, bu Başbakan değil midir?
“Bu vatan, bize, torunlarımızdan kaldı” gibi gaflar yapabilen bir Başbakan, imtihansız ögrenci de alabilir, para vermeden, hoca yetiştirmeden, bir tabelayla üniversite de açabilir…
Hepimize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)
